ŞİİRLER



A. KENDİ ŞİİRLERİM



,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,




B. SEÇTİĞİM ŞAİRLERİN SEVDİĞİM ŞİİRLERİ







C. Şiir türleri 
---
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------...



MUM IŞIĞI (H)


bir mum ışığıydı sesin içimde yanan 

nasıl kuşatırsa bir kaleyi düşman

öyle kuşatmıştı beni Nahçıvan 

çok soğuk ve karanlıktı o zaman 

bende sığınmıştım sesine senin 


şimdi  duyamam sesini uzaktan

seni doğuya beni batıya sürdü 

akrep yelkovan 

Şimdi panayıra döndü 

Etrafım aydınlıktan 

Lakin içimdeki mum eriyip söndü 

artık  yanmaktan 

.
 

Çanakkale Şehitlerine



Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
 
Mehmet Akif Ersoy

Anneciğim



Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim! ... 

bayrak




Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!








Arif Nihat ASYA



AYNALARIN ÖTESİ
Her ne kusur varsa geçen zamanda;
Suçsuzdur aynalar, ela gözlü yar
Mecnunlar Mevla'yı bulursa canda,
El olur Leylalar ela gözlü yar

Güzel açar güzelliğin sergisin
Gün ağartır kara saçın örgüsün...
Muhabbet faslında ölüm türküsün
Kim söyler, kim çalar ela gözlü yar

Estikçe iş çıkar işin içinde;
Gençliğin hasret yer sevda göçünde
Bilmez misin, dört mevsimin üçünde
Kar olur yaylalar, ela gözlü yar

Alı al, yeşili yeşilde ara;
Ahirete gider kalbdeki yara...
Ne yapsan bir daha çıkmaz dallara,
Dökülen ayvalar ela gözlü yar

Vakit dolar, nakit biter kasanda...
Sevda bir kitaptır gönül masanda;
Okusan da olur, okumasan da...
Kapanır sayfalar ela gözlü yar
Abdurrahim Karakoç






ALLAH

ALLAH
İdrakte yol açmış geceden gündüze Allah. Güldürmesen öz (1) gönlünü, gülmez yüze Allah. Dünyaya şafaklar gibi Tanrım sepelenmiş (2), Kalbin gözü yanmazsa, görünmez göze Allah. Allah! Biliriz cism değil, ya nedir Allah? En yüksek olan hakta, hakikattedir Allah. Dondunsa tekâmül ve güzellikler önünde, Derket, bu taaccübde (3), bu hayrettedir Allah. İnsan da büyük! Gizlidir insandaki kudret, Herkes onu fehmetmese (4), acizdir o, elbet. İnsanın ezel borcudur insanlığa hürmet, İnsanlığa hürmette, liyakattedir Allah. Gerçek de şu ki: Gizlidir her zerrede vahdet. Bir zerre iken külle (5) kavuşmak ulu niyet. Gördüklerimiz zahiridir,(6) batna (7) nüfuz et. Batındaki, cevherdeki fıtrettedir (8) Allah. Fıtret de yatar sözde, sözün öz yükü fikrim, Seçmiş, seçecek daima tüyden tüyü fikrim. Ben bir ağacım, yaprağı sözler, kökü fikrim, Sözlerde değil, sözdeki hikmettedir Allah. Cahil iner alçaklığa, öz kalbine inmez, Vicdandan eğer dönse de, hayrından o dönmez. Zulmette, cehalette, adavette görünmez, İlgarda (9), sadakatte, muhabbettedir Allah. 1984
Bahtiyar Vahapzade ( 1925 - 2009 )

AĞIZ

Kapadım balkonumu
duymak istemiyorum ağıtı
ama yalnız ağıt var
gri duvarlar ardında
Çok az melek var şarkı söyleyen
çok az köpek var havlayan
bin keman bir avuca sığıyor;
Ama ağıt koskoca bir köpek,
ağıt koskoca bir melek,
ağıt koskoca bir keman,
gözyaşı ağzını tıkıyor rüzgarın
duyulmaz başka bir şey
ağıttan
Federico Garcia Lorca

SOBE

Ruhumu yakaladım,
 sobe evim ortalık yerde ve köşe taşlarım
avludaki söğüt beni beklemekte
 akşamlar hep erken ve süt sıcak
yazı sarsıyor ıslık sesleri
kalbim kalmış açıkta, sobe

O baktığınız yerdeyim, sobe
kirişler arkasında duran fotoğraf
uyuyakalmışım derin rüyada
sudan çıkmış gibiyim ve de ıslak
az nüfuslu bir kasaba çarşısında
 ayaklandım çırılçıplak, sobe

 Kesik kırık anılar, sobe
 muhacirlerden yükselen itiraz
salaş bir meyhanenin hıçkırıkları
ayarı tutmayan plak iğnesi
gibi mesafeleri kapatan ahlar
burada bağ(r)ını yırtan söz, sobe

Akışı değişen ırmak, sobe
 korular ve korkular, diş çıkaran bebek
 bir tabut kendine yer arıyor boyuna
 dönen gök, suyu donmuş kuyu
üzülelim biraz, mümkündür üzülmek
yüzümde dolanan bulut, sobe

MEHMET FİDANCI

ZEYTİN AĞACI

Bu kitap hakkında bir çok şey duymuş okumak istemiş fakat bulamamıştım.Geçen hafta bir kırtasiyede gezerken tesdüfen buldum.Biraz karıştırınca tam benim okuma zevkime uygun bir kitap olduğunu tesbit edip aldım.Bir kaç günde fırsat buldukça okudum ve çok sevdim.Özellikle o devri yaşamış bütün çıplaklığı ve bütün yalınlığı ile ortaya koyan sizi adeta oraya götüren bir uslubu var.Rahatsız edici iki  nokta var ki bunlardan biri Falih Rıfkı dini  duygulardan epey derecede azade bir şahsiyet bu sebeple milli manevi değerlerimizden bahsederken onu  saygısız ifadeler kullanırken görebiliriz.Milliyetçilik meselesinde de kafası biraz karışık. İkincisi devrin paşalarını anarken onlara yaklaşımında gördüğümüz ezik ve hürmetkar hali. Bunu da  sosyal mevkisi ile orantısız şekilde yüksek şahsiyetlerle muhattap olması ile açıklayabiliriz.Cemal paşanın kapısında saatlerce bekletilen ve onun gölgesini görmekle heyecanlanan bir Falih Rıfkı bize de Cemal Paşanın aşşağıdan yukarı çekilmiş bir görüntüsünü izletir. Yazarın olaylara baktığı pencere ve olayları değerlendirirken kullandığı kafa yapısı sorunlu olamakla beraber bu naklettiği olayların değerini kesinlikle azaltmaz ve sonuçta da kitabının  yakın tarihimiz açısından emsalsiz değerde olduğu gerçeğini gölgelemez.Bunun haricinde naklettiği olaylarla ve şahsiyetlerle ilgili bir değerlendirme de yapabilirim fakat bu kitabı okuyanların şahsi fikir ve kanaatlerini oluşturmalarını etkileyebilecek hiçbir şey yapmamayı  tercih ediyorum.

SESSİZLİĞİN SESİ

Sessizliğinde bir sesi var
Sensizliğin gölgesi var
Ağlasam sesimi gökler duyar
En nihayet kalbimin de bir  sahibi var

UNUTUR MUYUM? (H)


Taşların üstüne adını yazsam 

Ve denize atsam her gün birini 

Unutur muyum seni 


Yoksa gece uyurgezer olup

 gerimi getiririm onları 


 bir sabah sahilde 

 bütün gücümle bağırsam

Unutucam diye 

Unutur muyum? 

Yoksa o gece onu rüyamda mı görürüm 


Adını kağıda yazıp

kırpıp kırpıp dağıtsam göğe 

Unutur muyum? 

Yoksa gökte yıldız olup kalır mısın? 


İçtiğin ilaçlardan bana da versen 

Bende içip seni unutur muyum? 

Yoksa ilaç ters etki yapıp

Kudurur muyum? 


                                      
    ‘ 

Ayasofya Camii Kebirinde İlk Cuma Namazı

Kırılmıştı zincirleri o tutsak mescidin
Duasıyla  cümle mücahidin
Hazırdık on adım önünde bekliyorduk
Şimdi artık vuslata eriyorduk

Bahçesinde kıldık namazı
Duyduk kalbimizde bu hazı
İçeri girmeyi denedik bazı bazı
Burada yaşadık mahşeri izdihamı

Ayasofya bizi bekle
Geldik önüne istekle
Yüzümüzü kuranla akla
Fatihten gelen hakla
Bizim oldun , kıyama durdun
Şimdi anlamını buldun

askerlik hatıralarım























  

  ÇAKMAK KIŞLASI
Askerliğe 2007 yılı Nisan ayında gittim. İstanbul  Tuzla da bir sınav yaptılar .Bu görünüşte sınav olsa da aslında sınav değil de askerliğe alınan kişilerin  kısa dönem mi yoksa uzun dönem mi olacağını  tayin etmek için   düzenlenen bir seçme işiydi. Bu iş yapılırken de insana bir propaganda  da yapılmak isteniyor ve bu arada  insana askerliğin harcından bir lokma  tattırılıyordu.
    Daha sonra Malatya çıktı. Endişeli bir kalp ile oraya gittik.Bir çavuş bize Malatyanın  Çakmak Kışlasını gezdirdi.Bizim grup toplandı.. Bir kapı önünde koridorda beklerken asker arkadaşları ile tanıştık.Bir yazıcı asker  sevk evraklarımızı ve kimliklerimizi toplayıp bizim için bir dosya açıp oraya kayıtlarımızı yaptı.Sonra bizi en alt kattaki depoya indirip elbise ve ayakkabılarımızı verdiler.Sonra yatakhaneye gittik.Ranzalarımızı seçip dolaplarımızı aldık. İşte böyle yerleştik.
     Eğitim burada üç ay devam etti.Üç ay biz hiç sivil görmedik.Ankesörlü telefonla ailelerimizle görüşüyorduk. Aşağıda girişte bir büfe vardı. Oradan  bişeyler alıp yer içer ve birlikte vakit geçirirdik. Aşağıda zemin katta bir  internet kafe vardı. Oradan ailemizle canlı görüntülü görüşme yapabilirdik.
         Her sabah erkenden kaldırıyor  ve  kahvaltı için bir iki  km ilerdeki yemekhaneye   gidiyorduk.Giderken  yol boyunca yere atılmış izmaritleri bize toplatırlardı .Yemekhaneye vardığımızda birde orada yemekhanenin önünde toplanır komutanın emrini beklerdik yemekhaneye girmek için.Sonra tek sıra ile içeri girerdik.Yemeğimiz bir tabulot üstünde üç tane zeytin bir küçük kutu reçel bir küçük kutu tereyağı ve yine küçücük bir poşet içinde bir lokma ekmekten ibaretti.fazlası verilmezdi istesek de.Fakat çıkıp tekrar içeri girdiğinde hiç bir şey sormadan yeniden verirlerdi.İşte bizi sahtekarlığa böyle mecbur ederlerdi.
    Yemekhanenin karşısında  bir gazino denilen yer vardı. İçeride bir kıraaathane  havası vardı. Girişinde birkaç bilgisayar oyunu ve müzik kutusu gibi bozuk  para ile çalışan makineler vardı.Birde girişte sağda fotoraf odası bulunurdu.Orda genelde çay içer televizyon izler sohbet ederdik.Sonra öğle içtimasının zamanı gelirdi.Koşa koşa varırdık içtima alanına.İçtima alanı büyük kamyonların garajıydı. İçtima ise silahımız omuzumuzda sıra ile  beklememizdi. Güneş altında komutanı beklemek komtanın söyleyeceği gerekli gereksiz sözleri dinlemek eğitimin bir parçası olarak görülüyordu. Hatta azarlanmak ve cevabını bildiğin sorulara  cevap verememek belkide insana sabır etmesini öğretmek içindi veya  en fazla buna yarıyordu.
  Ordan da yatakhaneye götürülüp  istirahata çekilmemize izin verilirdi. Rap rap  ayağıma bir numara büyük gelen çizme ile yürüyüş yaptığımı ve aslanlar aslanlar diye hepbirlikte vargücümüzle bağırdığımızı aptalca bir anı olarak hatırlıyorum.Birde komtanımın sesini hatırlıyorum. Yürüyüş esnasında başımı önüme eğdiğimi gördüğünde asker kaldır başını sen utanılacak bir şey yapmadın diye bağırdığını  çok net hatırlıyorum. Evet utanılacak bişey yapmamıştım. Ama onaylamadığım hareketleri vucuduma yaptırırken  kendi vucuduma karşı  mahcup olmuştum.
     BÖLÜK
 Askerler gruplardan ve onların birleştiğinde oluşturduğu daha büyük gruplardan oluşur.bir bölük yüz asker demektir.bölüklerin birleşmesiyle tabur  taburların birleşmesiyle alay, alayların birleşmesiyle kolordu  , kolorduların birleşmesiyle de ordular oluşurdu..Bizim bölük iki kısımdı bir kısmı  kısa dönem askerlerden oluşuyordu,.diğer kısım ise  usta askerler dediğimiz normal erlerden oluşuyordu.Biz  kısa dönem askerler olarak bir nevi birlik halindeydik. Sohbet etmek için çok vakitlerimiz oluyordu ve sabahtan akşama yan yana  bulunuyorduk. dolayısıyla da bu ortamda kısa zamanda arkadaşlıklarımız epey ilerlemiş  artık içli dışlı olmuştuk. Birbirimizin her şeyini öğrenmiş kimin nasıl bir adam olduğunu anlamıştık. herkes kendine en yakın kişileri seçip kankalarını da bulmuşlardı.bende en fazla Özkan ve onurla arkadaşlığı ilerletmiştim. Murat ise  badim olmasına rağmen  çok çok zaman farklı bakış açılarımız olduğundan bana daha uzak duruyordu.
Biz hepimiz özel seçilmiştik. Çoğunlukla müzisyenlerden seçilmiştik. İçimizde Mehmet abi gibi usta  piyanistler olduğu gibi Onur ve Tuncay gibi saz ustaların da vardı.Diğer çalgıları çalanlardan da vardı.Ve bir muhasebeci birde  mühendis gibi beş altı kişide farklı mesleklerdendi.
      YEMİN TÖRENİ
Askerlik yani bize yaptırılan askerlik çoğunlukla ritüllerden ve saygı ifade eden  bir takım kural ve hareketlerden ibaretti.Selam vermek çok önemliydi.Komutana selam vermemek bir ceza gerekçesiydi.Ya san yahut bunu sana öğretemeyen eğitim çavuşuna yada eğitim subayına.Binanın içindeysen bereni çıkarırsın ve öyle olunca da beren elinde baş selamı verirsin.Bina dışındaysan bereni giyersin ve el ile selam verirsin.O elin bir açısı  bir duruş şekli vardır.Biz eğitim alan askerler olarak bunları defalarca tekrar etmeliydik ki iyice öğrenelim.Askerliğe başlamadan önce yemin ettirilecektik ve bu yemin çok önemli olduğundan bunun bir töreni vardı.Ve törende biz yürüyüp oraya gelirken öyle normal elimizi kolumuzu sallayarak gelmeyecek bir tören yürüyüşü vardır o yürüyüşle gelecektik.Biz tören yürüyüşünü öğrenmek için haftalarca çalıştırılacaktık. Bizim dışımızda bir planlamaydı.Fakat bunu bir haftada öğrendik. İşin temeli ritimdi. Aynı anda ayağını kaldırıp ayağını havada bir çevirip sonra yere koyuyorsun.Bunu yaparken müziğe uyum sağlıyorsun.Aslında bu bir nevi dans idi. Bizde çoğunlukla müzisyenlerden oluşmuş bir topluluk olduğumuzdan bir iki çalışma yeterli olmuştu. üçüncü dördüncü çalışmalar bizi artık çok iyi bir seviyeye çıkardı..Eğitim subaylarımız da bizim yürüyüşümüzden tatmin olmuş olacaklar ki  bizi bir kenara çekip ikinci bölüğü yürütmeye devam ettiler. Onları defalarca yürüttüler.Biz kenarda beklerken onlar iki yada üç gün sürekli yürüdü fakat yinede bizim seviyemize gelemediler.Tören günü bu apaçık ortaya çıktı.O gün elimizi bayrağa koyup yemin ettik.Videomuzu çekmişler.Türbinlerde anne babalarımızda bizi izliyorlardı. o gün eğitimimiz bitti. Bavulumuzu alıp ailemizle çıkıp gittik bir sonraki gün döndük.Evraklarımızı aldık.Bizi artık gönderiyorlardı.Bu arada arkadaşlar arasında para toplayıp komutanlarımızdan bize en iyi davranan birisini plaketle ödüllendirdik ve onunla resim çektirdik Bu benim fikrim değildi.Aslında fikrim sorulunca karşıda çıkmıştım fakat herkes bu noktada birleşince bende para vermeye kendimi borçlu hissedip bu etkinliğe katıldım.Neticede güzel bir tören oldu.Buda bizim törenimizdi.O gün bavulumuzu alıp oradan çıktık.
       İNÖNÜ KIŞLASI
Malatya şehri hafif eğimi olan bir düzlük üzerine kurulmuştu.Şehrin tam ortasında İnönü Kışlası vardı.Orası alan olarak küçüktü.Fakat içeride bir kaç büyük bina vardı.Ve içeride çok tertipli çok nezih bir ortam vardı.Otoparkı makam araçları ile doluydu.İçerde de daha sonra öğrendiğime göre bir sürü rütbeliler varmış bir orada sadece bir gece kaldık. Sabah olunca bizi kahvaltıya götürdüler, sonra bir komutanın odasına götürdüler.Komutan bizi şöyle aşağıdan yukarıya bir süzdü.Siz şu tarafa ,siz de  bu tarafa diye bizi iki gruba böldü.Ben küçük olan gruptaydım.Sonra bizi göstererek bunları sosyal tesislere gönderin oradaki kantine baksınlar diye sağındaki subaya  emir verdi..Komutan o kadar büyüktür ki bizi asla muhattap almaz.Orada  bulunduğumuz kısa müddette bize komutanın bir bildirisini okuttular.O kadar saçma bir bildirinin bir komutanın kaleminden çıkmış olduğuna inanamadı.Ve oradan kurtulacak olmamıza da sevindim.Biz bir salonda bir masanın etrafında oturmuş bizi götürecek aracı beklerken konuşuyorduk.Asıl merak ettiğimiz bir kantine nasıl olacak ta altı yedi kişi bakacaktık. Birimizin çalışırken diğerlerimizin de oturup sohbet edeceği bir manzara gözümüzün önüne geliyordu.Fakat bu biraz  fazla iyimserlik değil miydi?Biz  böyle keyifli keyifli hayaller kurarken bir kamyonet geldi. Bavullurımız elimizde arkasına atlayıp yola çıktık.O kamyonun arkasında giderken kimimiz oturuyor, kimimiz yatıyor ,kimimiz üst üste duruyorduk ama hepimiz gülüyordu.Çünkü iyi bir yere gönderildiğimizi düşünüyorduk.Fakat bizi neyin beklediğini bilmiyorduk.
       İKİNCİ ORDU KOMUTANLIĞI
Sıcak bir yaz gününün  bitiminde  iyi sulanmış bahçeler içinde bir konutun önünde durdu aracımız.Hemen aşşağı atladık..Burası ikinci ordu sosyal  tesisler  müdürlüğünün karargahıydı.İçerde yazıcı askerler işlemlerimizi yapıp bizi  kalacağımız yatakhaneye gönderdiler.Kalacağımız yere yerleşik  ve fakat hala bizi neyin beklediğini bilmiyorduk.
      ORDU MARKET
  Sabah olunca diğer askerlerle tanıştık.Adı Ufuk olan bir asker bizi kantine götürecekti.Peşine takıldık.Vardığımız yer bir büyük marketti.Bu büyük marketin  içinde olduğu  büyük bir pasaj yada kapalıçarşı benzeri bir alanın çatısının altındaydık.Altmış yetmiş kişilik bir bölük tarafından  hizmetleri yürütülen ve adına market denilen fakat resmi yazışmalarda kantin diye adı geçen bir  bölüğün askerleriydik.Başımızda bir bin başı  ve dört beş tane  astsubayın olduğu ve bunun haricinde sivil memur  ve anlaşmalı işçilerinde aralarında  olduğu çok farklı bir ortam içerisine girmiştik.İlk gün kamuflajı çıkarmış ve bize özel verilen tişört pantolon  ve ayakkabımızı giymiştik.Ufuk bana yapacağım işleri tarif ediyordu.Artık yarı asker yarı sivil daha doğusu da işçi olmuştuk.
         İÇECEK RAYONU
    ilk görevim  içecek rayonundaydı. Burada biraz gözlemci olmak, biraz da atak olmak gerekliydi. Su kola ve benzeri içecekler  çok çabuk bitiyor ve bunların takviyesi gerekiyordu. Ufuk' un  bana gösterdikleri bunlardı. Sürekli gözüm içecekler üzerinde idi. Yazın sıcak günlerinde en çok tüketilen bu hazır içeceklerdi. Ben azaldığını gördüğüm içecekleri tespit ediyor ve hemen onları arkadaki depolardan arabaya yükleyip getiriyor ve yerine koyuyordum. Bunun güzel tarafı bireysel bir oyun oynamamdı. Kimse bana karışmıyordu. Kendi kararlarımı kendim alıp kendim uyguluyordum. Kimse içeceklerin ne zaman bittiğini ve zaman takviye edildiğini  fark etmiyordu bile. Onun için  yaptığım iş pek görünmüyordu. Fakat  değirmenin sorunsuz dönmesini sağlayan önemli hamlelerden birini yapıyordum. Ara sıra komutanlarımız bize fazladan işler de veriyorlardı. Şuraya buraya göndermek gibi. Fakat ben orada olduğum sürece çok mutlu ve memnundum. Günlerim o büyük market içinde neşe içinde geçiyordu. Dışarıda Malatya'nın sıcağının altında diğer askerler kavruluyorken, püfür püfür esen klimanın soğuttuğu  tertemiz ortamda ve arka fonda sürekli hafif pop şarkılarını dinleyerek çalışmak elbette tercihe şayan bir durumdu.Fakat bu güzel günlerin de bir sonu vardı. Bir akşam komutan bizi karşısına alıp iki kişinin eleneceğini ve gönderileceğini söyledi. Biri bendim. Sebebini söylemediler. Fakat sonradan öğrendim.Sebep İsmail idi. Fatih başçavuş beni çıkarıp yerime yeni gözdesini almak istiyordu. Halbuki onu biz tanıştırmıştık. Ben de kaderime razı olup karargahın yolunu tuttum.
         KARARGAH
   Sosyal tesislerdeki askerlerin  başındaki  komutan topçu albay Metin Aydı.Fakat yönetimde daha etkili olan isim Musa başçavuştu. Daha sonra Metin Ay komutanımız bazı konular da Musa başçavuşun aldığı kararlara  itiraz ettiğimde beni dinlemeyip yetkiyi ona devrettiğini açıkça ifade etmiştir.Metin  Ay komutanımız  beni zaman zaman yanıma çağırıp tar çaldırır ve dinlerdi.Ve bana  seni araç komutanı da yapacağım dedi.Ben de.ilk duyduğum da şaşırmış ve araç komutanı olarak araçları denetleyeceğimi yada onlardan sorumlu olacağımı sanmıştım.Fakat yola çıkınca gördüm ki şöför'ün yanında oturup  ona yardımcı olmak işiymiş. Bu görev de   eğer şöför seni çalıştırmak  istiyorsa ezileceksin yada itiraz edeceksin ki bununda sonu şikayet edilmek ve komutan tarafından ezilmek olur. Çünkü komutan Musa başçavuş olursa seni asla dinlemez.Bana bu oldu. Halbuki  ilk geldiğim gün Metin Ay komutan  hangi göreve getirilmeyi istiyorsan onu kendin seç diyerek bana büyük bir ayrıcalık  ve güven göstermişti..Bende o zaman bütün iş bölümlerini  gezerek en çok kendime uygun bulduğum kütüphaneyi seçmiştim.
       KÜTÜPHANE
   Kütüphanede  bayan bir sivil memur vardı.Kütüphane dediğimiz elli metrekare büyüklüğünde bir odaydı. İçeride kitapların dizili olduğu dolaplar vardı. Bir köşede ise bilgisayarlar vardı. Buradan  internete girip müzik dinlemek mümkündü. Bu kütüphaneye  genelde komutanların ve sivil memurların öğrenci olan çocukları ödevlerini araştırmak için gelirlerdi..Burada  güzel bir ortam olduğu için burayı seçmiştim.Burada kütüphanede görevli bayan ilk gün kitapları toplayıp yerli yerince dizmem konusunda benden bir iş istedi , bende yaptım. .İkinci gün senin bir şey yapmana gerek yok ben yaparım sen istersen  kitap oku deyince bende bir köşeye geçip kitap okumaya başladım..ilk olarak yakın geçmişte Türkiye de olan siyasal olayları anlatan bir kitap okudum.Daha sonra Tarihçi Herodot un yazdığı kitaba geçtim.Fakat o sırada yine orada görevli olan Mutlu isimli askerle  problem yaşadık.Aslında onu daha önceden de tanıyordum ve ama hiç bir zaman onu anlayamamıştım..Yüzü gülüyordu fakat neye güldüğü anlaşılmıyordu.Muhakkak ki içinde tuttuklarını yüzüne yansıtmayan içten pazarlıklı bir adamdı..Onunla arkadaşlık yapmam mümkün değildi. Oda beni komutana şikayet etmiş.Bunun üzerine Hayri başçavuş benimle konuştu.Hayri başçavuş  beni konferans salonunda  görevlendirmek istiyordu..Bana yarın filanca askeri çağır ondan anahtarı alıp sana vereceğim dedi.Konferans salonundaki işim daha kolay olacaktı.Orada yapacağım tek şey bahçenin önündeki küçük bir alanı sulamak ve içeride  boş boş oturup beklemek olacaktı.Bu salon çok nadir olarak  kullanılırmış. Bir toplantı olacağı zaman ışıkları ve klimaları açmak ve toplantı bitince de ışıkları ve klimaları kapatmaktan başka herhalde bir iş yoktu.Mutlunun gülümseyen yüzünü görmekten de  de kurtulacaktım..Oraya geçmek için saatleri sayıyordum.Fakat o gün Metin Ay komutanımızın bir yakını vefat ediyor ve onunla beraber Hayri baş çavuş ta gidiyor.Komutanın yerine bıraktığı Musa başçavuş ta beni  karşısına alıp bir güzel azarlıyor ve sonra beni  yemekhaneye veriyordu.O demek ki bu adam bir elime geçse de onu şöyle cezalandırsam diye içinden geçiriyormuş.
       YEMEKHANE
   Yemekhanede  zaten iki asker vardı ve bütün işleri onlar yapıyorlardı bana da sende yanımızda dur bir şey yapmana gerek yok demişlerdi.Fakat bu Musa başçavuş benim iş yapıp yapmadığımı soruşturmuş ve illa onu da çalıştıracaksınız diye tasallutta bulunmuş.Konyalı Ali ve Diyarbakırlı Ahmet  burada görev yapan askerlerdi..İçtimaya çıkmazlardı. Sabah ve akşam yemek alımına giderlerdi.Kahvaltıdan sonra yerlerin süpürülmesi ve artan yemeğin çöpe dökülmesi ve kirli tabakların bulaşıkhaneye götürülerek orada yıkanması sonra geri getirilmesi ile gün biterdi. Ertesi günlerde aynı işlemler  tekrar tekrar böyle devam ederdi.Tabii ki yemek alımına kamyonet tipi bir araçla gidiyorduk.Kahvaltıdan sonra yerleri  bir on dakika süpürür sonra saatlerce boş vaktim olurdu.Kütüphanedeyken aldığım kitabı burada okuyup neredeyse bitirmek üzereydim. Büyük ağaçların gölgelediği çimenlerin üstünde  uzanıp  kitap okumak hemde sevdiğim bir konuyu anlatıyorsa keyifli bir şeydi.Evet Musa  başçavuş beni buraya cezalandırmak için göndermişti.Fakat benim durumum şimdi daha iyiydi.Yemekhanenin arkasından bir tel örgü geçerdi. Bu askeri alanın bittiği yerdi.Bunun hemen arkası özel mülk bir bahçeydi...Oradan bir çocuk  gelir ve seslenirdi. Yalnızlığın saatler boyu sürdüğü bir sırada bir ses, bu bir çocuk sesi bile olsa insana  hoş geliyor.Bazen bir yavru köpeğin sesini bile sevinçle karşılardım..Çünkü orada  her ne kadar  kendimi oyalıyosam da kuyunun dibine atılmış bir Yusuftum en nihayetinde...İşte yemekhane günlerim böyle geçti.
        REVİR
  Günlerden bir gün biz, yemekhaneciler ; Ali ve Ahmet ile yemekhanede otururken bir telefon çaldı. Telefona Ali baktı.Telefonu doğru  bana uzattı.Telefonun öbür ucunda yazıcı asker Mustafa  vardı.Hemen kamufulajını giy , kepini de giy gel dedi.Ne var ne oluyor dedim.Hemen giy gel, burada söyleyeceğim dedi.Böyle söylemesi beni hem meraklandırdı, hemde kuşkulandırdı..Hemde söylememekte  ısrar ediyordu..Bende ısrar ettim.Sonunda  revire alacağız,dedi.Bende hemen koşa koşa üstümü giyinip gittim.Tam karargaha girecekken kapı önünde Musa başçavuşu gördüm. O da dışarı doğru yürüyordu ,o sırada kendisini bekleyen arabaya binecekti..Beni görünce  şaşırdı ve bir iki saniyeliğine duraksayıp bana dönerek belli belirsiz bir sesle ,nereye böyle dedi. O zaman anladım ki o benim durumumdan tamamıyla  habersizdi eğer söylersem her şeyi bozacağı da muhakkaktı.Hemen esas duruşumu göstererek elimle çok düzgün bir asker selamı çaktım ve emredin komutanım dedim.Bana bakıp hafif alaycı gülüşüyle yine orada yemekhanedesin değil mi ? diye sordu.Evet komutanım diye gürledim.Biliyordum ki bu benim hareketlerim  her ne kadar bana aptalca gelse de onun hoşuna gidiyordu ve onu aldatacak  bir iliziyonu oluşturuyordu..Aferin orada kal dediğini duydum. Yine emredersiniz komutanım diye gürledim.O artık rahatlamış bir yüz ifadesi ile arabasına gidiyordu, bende onun işimi bozmayacağından dolayı rahatlamış bir kalp ile yazıcının odasına gidiyordum.Yazıcı Mustafa alelacele işlerimi yapıp beni revire gönderdi. İşte Revire geçişim böyle oldu.
   Revirde hemşire önce beni karşısına alıp  bir sorguya çekti. Onun sorgusundan tam not almış olmalıyım ki hüsnü kabul ile beni yanına alıp bir bir  revirin işlerini öğretmeye anlatmaya  başladı.Artık daha sıkı fakat daha işe  yarayan ve daha saygın olan bir işim olacağını hissediyor ve içten içe mutlu oluyordum.Gerçekten de öyle oldu..
Revirde   iki aya  yakın  süre çalıştım.İki  kişiydik.Yusuf ve ben.O gececi ben gündüzcü olmuştuk.Aslında dönüşümlü olması gerekiyordu fakat bende oda buna razı olmuştuk.Orada saat ona kadar doktor gelmezdi.Revir bendeydi.Bir acil durum olursa pansumanını yapar, bizi aşan bir vakıa olursa hemen ambulansla hastaneye sevk ederdik. Sürekli bekleyen ambulanslarımız vardı. İçeride bir doktor odası ,bir hemşire odası, bir koridor ,bir bekleme odası ve bir muayenehane odası vardı.Komutanlarımız genelde anlayışlıydı.İlk zamanlar sert bir takım doktor komutanlara rastladık fakat son bir ay diyebilirim ki gayet iyi ve rahat geçti.hem çok gerekli bir iş yapıyordum hemde yorucu olmayan standart bir çalışma şeklim vardı.öğle vakti doktor gelirdi  hastalarda gelirdi bende ilaçları kayıt defterinden protokol numarasını ve hata bilgilerini kayda geçerdim.Bir başka defterim vardı onunla da ilaçları kayda geçerdim.İlaçların parasını da toplar ambülansla gider  hastaneden saat dörde kadar o ilaçları alır gelirdik.Sonra hastalara ilaçları ve para üstünü verirdik.Bu iş sorumluluğu gerektirirdi  bende işin gerektirdiği sorumluluğu ve ciddiyeti üstümde taşıyordum.
Akşam olunca görevimi devreder ve çay bahçesine çay içmeye giderdim.Orada çay içerken bütün günün yorgunluğunu da atardım.Orada içtiğim çayın tadını hiç unutamıyorum.Akşam üzeri yarısı yere yatmış bir bank üzerinde tarımı alır ve çalardım.İşte orada  gecenin karanlığına renk katan  tatlı nağmeler çıkarır  ve yarım saat bazende bir saat müzik  dalgasına bırakırdım kendimi sonra bazen bir arkadaş gelir ve kendisine çalmayı öğretmemi isterdi.Konyalı bir arkadaştı bende ona çalıştırırdım.Sonra gider yatağıma yatar ve keyifli keyifli uyurdum.Çok iyi arkadaşlarım vardı. Yakup,Yusuf,Onur en iyi arkadaşlarımdı.Revirde çalışırken hem bir işe yaramak hemde üstesinden gelebileceğim bir şeyi yapmak hemde saygın bir iş yapmak yönünden tam tatmin olmuş durumdaydım  diyebilirim ki biraz da para teklif etseler orada kalırdım..
     SON GÜNÜM
Kamuflajımı botumu ve kepimi ve emanet olan şeyleri bıraktım.Orada bir sürü imzalar attım.Sonunda tezkeremi alıp oradan çıktım.Malatya da sokakta artık özgür bir adam olarak dolaşırken aniden biri gelip boynuma sarıldı.Dönüp baktım.Tanıyamadım.Şaşkın bir yüzle beni tanımadın mı dedi.Hayır dedim.Hani benim başım yarılmıştı da sen benim pansumanı mı yapmıştın dedi.hafiften gülümsedim.Onun gibi nicelerini pansuman yapmıştım.Ben onları unutmuştum fakat onlar beni unutmamışlardı.İşte Malatya da askerliğim böyle geçti.
























yücesin mevlam

sen güzelsin ,sınırsızdır güzelliğin
gökte  yerde tecelli eder
sen acırsın,  çoktur merhametin
 düşününce korkularıma perde iner

sen düzelten,yol açansın deprem deprem ileriye
sen hayatsın, yeşilden alıp getirirsin griye
sen sırsın, kitlenir kapılar giremem  içeriye
bir yağmurla çevirirsin ölüyü diriye

Emirgan Gezisi

29 Nisan 2018  tarihinde Emirgan Korusu'na doğru bir gezi tertip ettik:
Gezimiz üç faklı ilçede oturan üç farklı fakat akraba ve dost olan ailenin Emirgan korusunda buluşmasını sağladı:
Bu koru gayet geniz içinde  üç farklı köşk'ün bulunduğu  pek çok gezi ve oyun alanlarının  olduğu bir koruydu:Ben daha önce bu parka defalarca gelmiş olmama rağmen hiçbir seferinde bu  koruyu tam olarak gezmemiştim: Bu sefer tam olarak gezmeye kalkınca ne derece büyük olduğunu fark ettim:
Bütün gün bu koruyu gezsem yinede bitmezmiş gibi bir intiba uyandırdı bende:
 Lale festivali sebebiyle  baştan başa her yanı lale bahçeleriyle süslenmişti fakat bizim oraya  varmamızdan evvel lalelerin faslıda geçmek üzere olduğundan pek çok laleler sararıp dökülmüş pek azı hala canlılığını devam ettiriyordu:

Mehmet Talat Paşa

Talat paşa hakkında bu yaz okuduğum kitap sadece onun şahsiyeti hakkındaki fikirlerimi değiştirmekle kalmadı ittihatçılara ve genelde son devr osmanlı siyasi hayatındaki bütün aktörlere ve oluşumlara  bakış açımı sorgulamama ve değiştirmeme neden oldu.
     İttihatçıların öncelikle ne kadar  suça bulaşmış olsalar da samimi bir arzu ve tam fedakarane  bir adanmışlıkla girdikleri davanın bu milletin kurtuluşunu hedeflediğini gözardı edemeyiz.
   Talat paşa hiçbir zaman bu milletin aleyhine olamamış tercih ettiği vasıta ve uyguladığı yöntemler tartışılabilir  eleştirilebilir olsa da  onun memleketin iyiliği için çalıştığı  dürüst , fedakar  ve  azimkar bir şahsiyet olduğu inkar edilemez bir gerçektir.
 Abdulhamit iktidarı yaptığı iyi işlerle hayırlı biçimde anılmayı hak etse bile gençlerin özellikle avrupai eğitim almış gençlerin fikir hürriyetini ve kendini ifade etmelerini engellemekle  ülkeyi karanlık bir tünele sokmuş ve bunun akabinde gerçekleşen kanlı olaylardan da dolaylı olarak mesul olmuştur diyebiliriz.
 Sonuç itibarıyla şunu diyebiliriz ; tarihimizin bu en çalkantılı devrinin aktörlerini , her ne kadar birbirlerine düşman olsalar dahi biz bugün onları objektif şekilde değerlendirmek zorundayız.Birini  diğerine karşı tutmak  değil hepsini artı eksisiyle tarihimize mal olmuş ,sonraki nesillere örnek olmuş şahsiyetler olarak değerlendirmek ve kabullenmek mecburiyetindeyiz. Nasıl ki Fatihin iki oğlu Cem ve Beyazıtın savaşını bugün anarken  birini tutup diğerini kötülemiyorsak bu ittihatçılar ve  Abdulhamid  çekişmesinde de aynı  yaklaşımı sergileyebilmeliyiz.

İşte Mehmet Talat Paşa hakkında okuduğum kitaptan anladıklarım ve bu kitapın bana düşündürdükleri bunlardan ibarettir.